View on GitHub

thirdwave

Petrol ve Irak

Bütün gürültü 2007 yılında eski FED başkanı Greenspan’ın “Türbülans Çağı” adlı kitabının bir cümlesiyle başladı. Bu cümle sundan ibaretti: “Herkesin bildiği bir gerçeğin politik bağlamda “kulağa hoş gelmez” haline gelmiş olması beni gerçekten üzüyor, fakat gerçek şudur ki Irak Savaşı’nın ana sebebi petroldür”. Bu kelimeler üzerine Greenspan Beyaz Ev’in çok sert saldırılarına maruz oldu, “Georgetown kokteyl partisi analizi yapmış” gibi eleştiriler aldı, Greenspan daha sonra açıklamalarını çeşitlendirip, etrafa dağıtarak sözleri geri çekmiş görüntüsü verdi, fakat olan olmuştu. En yüksek makamda çalışmış bir kişi tarafından Irak Savaşı’nın gerçek sebebi tekrarlanmıştı.

Niye Irak Petrolü?

Irak’ın petrolünü cazip kılan birkaç faktör var. Politik olan sebeplere gelmeden önce, lojistik/mühendislik bağlamında önemli olanlardan başlayalım. Irak petrolünü cazip kılan bir faktör, bu petrolün kaliteli, çok miktarda ve çıkarım masrafı olarak varil başına en düşük masrafı içeriyor olmasıdır.

Kalite: Irak petrolü yüksek miktarda karbon ve sülfür içerir, hafiftir, bu özellikleriyle en pahalı ürünlere rafine edilmesi mümkün olur. Bu petrol dünya piyasasında en yüksek fiyattan satılabilir.

Miktar: Tahminlere göre Irak’ın petrol rezervleri 200 milyar varil civarındadır, ki bu rakamın daha yukarı çıkması mümkün gözükmektedir. Hala bakılması gereken 560 rezervuarın olduğu düşünülmekte ve buralar da araştırılınca toplam petrol kapasitesinin Suudi Arabistan’ı bile geçmesi beklenmektedir.

Masraf: Irak’ın rezervlerinin üçte birinden fazlası 600 metre delinerek erişilebilecek durumdadır. Tüm şirketlerin ağzını sulandıran ünlü Manjoun arazisi bu şekilde rahat erişilebilecek “en az” 25 milyar varillik petrol rezervini barındırmaktadır. Irak petrolü çok geniş arazilerde ve sığ ortamlarda bulunmaktadır ve petrolle beraber aynı yatakta bulunan su ve doğal gazın yarattığı basınç sayesinde ufak sondaj aletleriyle hızlı bir şekilde çıkarılabilmesi mümkün olmaktadır.

Petrol ve Gaz Dergisi’ne göre Irak petrolünü çıkarmak için gereken masraf varil başına $1.5 dolar gibi cüzi bir rakamdır. Kıyasla Malezya ve Amman’da aynı masraf $5 dolar, Meksika ve Rusya’da masraf varil başına $6-8 dolardır. Kuzey Denizi gibi ortamlarda bu masraf $12-14 dolara kadar çıkabilmektedir. Texas, Kanada kuyularında bu rakam $20 doları geçmektedir.

O zaman bir hesap yapalım: Şu anki fahiş petrol fiyatlarından masraf, vergi, vs. gibi rakamları düşüp, gayet “muhafazakar” bir rakam olan varil başına $50 kazanıldığını varsarsak, 250 milyar varil x $50 = $12.5 trilyon dolar gibi bir rakama erişiyoruz! Bu rakama göre Stiglitz’in Irak savaşı hakkında son kitabındaki (ve başlığındaki) “$3 trilyon dolarlık savaş” ibaresi doğru olsa bile, bu geriye hala kazanılabilecek $9.5 trilyon dolarlık bir kazanç bırakmaktadır! Bu dehşet bir rakamdır.

Niye Irak Savaşı

Irak’ın 1972’de petrol üretimini devleştirmesi üzerine tüm dünyada bir petrol devletleştirmesi rüzgarı yaşandı. Bu tarihten başlayarak petrol şirketleri Ortadoğu’daki “yukarı akım (upstream)” denen petrolün üretim, yani arama, sondaj, çıkarma ile ilgili olan “üretim” kısmını kaybetmiş oldular. Orta Doğu’nun o güzel paralarını arkada bırakıp Kuzey Denizi, Afrika’nın batı yakası gibi masrafı fazla, karı düşük yerlerde çıkarma çalışmaları yapmaya mecbur kaldılar. Ayrıca, çeşitlendirme yoluna giderek üretimden ziyade “aşağı akıntı (downstream)” denen rafine etme, taşıma, depolama, ve pazarlama gibi ikincil alanlara yöneldiler.

90’li yılların ortasında şirketler stratejilerini tekrar üretime doğru dönmek üzere revize etmeye başladılar. Bu amaçla petrol şirketleri petrol üreticisi durumundaki ülkelerin hükümetlerine kendileri ile üretim anlaşmaları yapmaları için baskı oluşturmaya başladılar. Bu istekler o ülkelerdeki milliyetçi hissiyatla hiç uyuşmadı. Bilahere, (ne raslantı) 90’lı yılların sonunda tüm petrol üreticisi ülkeler kriz halindeydi: Venezuella, İraq, Cezayir, İran ve öteki üretici ülkeler bunlardan sayılabilir, ve tüm bu bölgelelerde ABD gizli servisi destabilize edici operasyonlarda bilfiil aktif olarak gözüküyordu. Yerel kargaşa ile karşı karşıya olan milliyetçi hükümetler üretimi arttırmak ve mevcut üretimi kaybetmemek için (plana göre) dış yardıma ihtiyaç duyacaktı. Fakat yolsuzluğa batmış bu “milliyetçi” devletler, hep “daha fazlasını” kendileri (popülizm için) istiyordu. Bu da petrol şirketlerine uygun değildi.

Irak’taki petrol bu formülasyona tamamen yeni bir dinamik katacak özelliktedir. ABD’ye yakın bir yönetim muhakkak işin “yukarı akıntı” kısmını ABD/İngiltere şirketlerine bırakacaktır, ve ilk defa şirketler Irak gibi büyük rezervelerin sözkonusu olduğu bir ülkede bizzat kuyuların sahibi haline gelecekti. Bu, devlet petrolcülüğün kartelini temsil eden OPEC’in etkisinin kırılması anlamına gelecektir. ABD/İngiltere etkisi altındaki bir Irak, OPEC’in kota sistemine ciddi bir darbe vurabilir.

Bu durum ayrıca Kuveyt, İran, Suudi Arabistan, Venezuella gibi tüm üretici devletlere de ek bir baskıdır. Bu devletlerde daha fazla kar elde edebilmek için yabancı yatırıma, know-how’a ihtiyaç duyacaktı. Bu tür özelleştirmeler petrol şirketleri için milyarca dolar ek gelir anlamına gelmektedir, bu amaca erişmek için petrol fiyatları geçici şekilde indirilip, şirketlere uygun ortam elde edilince tekrar yükseltilmek bir seçenek olarak planlanmaktaydı.

Rekabet

ABD’nin Irak’ı işgaline giden yol pek çok kavis içeriyor. Fakat bardağı taşıran son damla Irak’taki petrolü başkalarına kaptırma korkusu olmalı.

80/90’larda ABD/İngiltere’nin rakipleri Fransa, Rusya, hatta Japonya ile Çin, Irak ile üretim bağlamında çok karlı anlaşmalara imza atmaya başladılar. Fakat 1990 ve 2003 arasında Birleşmiş Milletler tarafından Irak’a uygulanan yasaklar/müeyyideler (sanctions) rejimi bu anlaşmaların hayata geçmesini engelledi, böylece ABD/İngiltere şirketleri rakiplerine karşı güvenceli bir durumdaydı.

Fakat 1997 yılında müeyyideler dünya çapında destek kaybetmeye başladı. ABD başkanı: Clinton.

Tam bu sırada Rus Lukoil, Fransız Total, Çinli National ve öteki bazı şirketler Irak’ın en büyük petrol alanlarda üretim yapmak üzere, ve bu sefer hayata geçmesi muhtemel anlaşmalara imza attılar. Buna göre Lukoil Batı Qurna’yı, Total Manjoun bölgesini, Çinli National Kuzey Rumalia’da üretim hakkını elde ediyordu. Muhakkak Saddam bunu yasakları delebilmek için yapmıştı - çünkü hemen arkasından, beklenileceği üzere, BM Güvenlik Konseyinde sandalyesi olan ve petrolün kokusunu almış olan Fransa, Çin ve Rusya, yasakların kaldırılması için lobi yapmaya başladılar.

97-98 yılında ABD şirketleri durumun kendileri için iyi olmadığını artık anlamışlardı. Irak petrolü ellerinden gidiyordu. Derhal kongrede lobi çalışmalarına başladılar ve Irak petrolünü kendileri için istediklerini gayet açık bir şekilde belirttiler.

Ve Irak rakip ülkelerle anlaşmaları neredeyse imzalar imzalamaz, Washington askeri kaynaklarını bölgeye aktarmaya başladı ve askeriye ileri yaşlanan, saldırgan bir duruş (threatening forward postüre) durumuna geçti. Operasyon Phoenix Scorpion, Operasyon Deşert Thunder pek çok bölümler halinde neredeyse kesintisiz olarak Kasım 97 ve Aralık 98 arasında devam etti. Diğer yandan Bill Clinton “Irak’ı Özgürleştirme Kanunu” adli bir yasayı onayladı, bu yasanın özü Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesiydi. Londra’da benzer analizler ve kararlar alınıyordu, “İngiltere Stratejik Defans Analizi” Temmuz 98’de Irak’a karşı güç kullanılabileceğinden bahsediyordu.

Aralık 16-19 98 tarihinde ABD/İngiltere ortak şekilde Operasyon Deşert Fox’u başlattı. Bir rafineri vuruldu. Saldırılar ek bir fayda olarak o an Irak’ta olan BM silah gözetlemesinin de bitmesine sebep oldu, böylece BM’nin “Irak’ta silah olmadığı” açıklamasının önüne geçilmiş oluyordu - Irak’ı işgal için önemli bir bahane elden kaçırılmayacaktı.

Bush hükümetinin Irak’ta savaş sonrası durumu, petrol bağlamında bir dahaki yazıda incelenecek.

[1] Oil Companies in Iraq: A Century of Rivalry and War

[2] How the Bush Administration’s Iraqi Oil Grab Went Awry

[3] Oil in Iraq: the heart of the Crisis