View on GitHub

thirdwave

Hafta 28

Engin Ardic

Bu arada, TBMM’nin dışında ve üstünde bir “Konsey” de oluşturmak istemişlerdi. (Bu tür adamlar “Konsey” severler… Gran Consiglio del Fascismo Italiano gibi… Milli Güvenlik Konseyi, Basın Konseyi falan gibi…) Bütün bunları Atatürk’ün gözünün önünde, burnunun dibinde nasıl yapabilmişlerdi? Çünkü Atatürk hastaydı, hayatının son yılını yaşıyordu… Fakat son bir gayretle bu adamlara “höt” dedi ve 20 Eylül’de İnönü’yü başbakanlıktan kovdu. (Ele güne karşı bunun kılıfı, “aşırı çalışmaktan dolayı sürmenaj nedeniyle izin” olarak uyduruldu.)

Peri masali

Bu “hikaye” dogruysa, niye bir fasist lider olan Adolf Hitler “ben Ataturk’un ogrencisiyim” demistir? [1]. Ayni soz Mussolini tarafindan da tekrarlanmistir - bunlar kayitli, tarihi birer gercektir. Sn. Ardic yine bir “kurtarma” operasyonu yapmaya ugrasiyor ve Mustafa Kemal’i “demokrat egilimleri olan ama etrafindan kisiler tarafindan o egilimlerine izin verilmeyen bir kisilik” olarak yansitmaya kalkisiyor. Bu tam bir “kurbanlastirma (victimization)” harekatidir ve kisisel psikolojide kurtulunmasi gereken bas eksikliklerden biri olarak addedilir. Bu numaralari ufak cocuklara bile yediremezsiniz. Tabii Ardic Kemalist’lerle giristigi boks macinda bunlari kullaniyor, karsi tarafi uyutmaya ugrasiyorsa (takiyye), o zaman baska..

Muhakkak, Nazizm, Fasizm Kemalizm’le tipatip ayni degildir… Fakat bu ideolojilerin hepsinin anti-demokrat, anti-liberal egilimlerde oldugu da tarihi bir gercektir [2]. 30’li yillarda CHP uyeleri Rusya ve Almanya’ya gonderilmis, bu kisiler Bolsevik ve Nazi hareketlerini yerinden inceleyerek basarili bulduklarini ulkelerine rapor etmislerdir. Parti/devletin birbirinin icice gecirilmesi bu gezilerden sonra gundeme gelmistir.

Eger Mustafa Kemal bir ust duzey konseye izin vermediyse, bu, Kemalist rejimin bir “piramit” duzeninde kuruluyor olmasidir. Bir piramit dogal olarak yukari dogru incelir, ve “coktan” “aza” dogru gider. En tepede sadece tek kisi olabilir, “konsey” olamaz.

Ve yine ekleyeyim: Kemal, iyi bir asker ve stratejisyendir. Bunlari teslim ediyoruz. Fakat ornek aldigi (hatta oldugu) Avrupa, 1920 Avrupa’sidir ve bu Avrupa otokrat, irkci, ulus-devletci ve bu gune gore feci sekilde geri kalmis bir yerdir. Modern Avrupa, ‘20 Avrupa’sini yikarak bu gunku liberal demokrat haline donusmustur. Bizim de aynisini yapmamiz gerekiyor. Gunumuzde uzlasma kelimesi cok tekrar ediliyor; Bizce esas onemli uzlasma GERCEKLERLE UZLASMAKTIR. Ne kadar aci olsa da, yararli olan bazi ilaclarin yutulmasi gerekecek.

[1] Atay Falih Rifki, Mustafa Kemal Mutereke Defteri, Istanbul: Sey yay., 1955, p. 67, cited in Gulbeyaz, Halil, Mustafa Kemal Ataturk: com Staatsgrunder zum Mythos, Berlin: Parthas, 2003, p. 228

[2] Turkey Beyond Nationalism, sf. ix, 2006


Serdar Turgut

Başkan Kennedy, mafyaya çok borçluydu ve tavizler vermeye başladı. Bu arada özel yaşamı bir dizi seks ilişkisiyle doluydu. Mafya bunları da kullanarak istediklerini almaya başladı. İş çığrından çıkıyordu ve Başkan Kennedy’nin ortadan kaldırılmasına karar verildi. Fiyaskoyla sonuçlanan ‘Domuzlar Körfezi’ çıkarmasında gözlemci olarak bulunan FBI ve CIA başkanları, Dallas’ta öldürtme sürecini başlattılar.

Yanlis sebep

Kennedy ailesi secildikten sonra Mafya’yi “satti” (secilmeden once sendika icin onlari kullanmisti). Hatta bilakis uzerlerine gidip, onlari tasfiye etmeye yeltendiler. Taviz falan vermediler.

Kennedy’nin oldurulmesinde esas sorumlu, “petrol mafyasi”‘dir ve suikastin gercek sebebi petrol cikarlaridir. Mafya neresinden bakarsaniz bakin bir capulcu gruplasmadir - devlet karar verdi mi bir ulkede hicbir mafya dayanamaz.

Kennedy suikastinin daha muhtemel bir analizini surada okuyabilirsiniz [1].

Bu suikasti “gerceklestirmek” icin mafya kullanilmis midir? Bu daha muhtemel bir cevaptir. Ama “baslatan”, “fikir babaligi yapan” seviyesinde mafya olamaz. Sadece tetikci olabilirler.

Bu konu hakkinda Taraf yazari Cemil Ertem’in yazdigini da okuyabilirsiniz [2]. Birbirimizden bagimsiz sekilde ayni sonuca ulastik (kendisinden cok gec haberim oldu, bu benim kayibim). Irlanda’nin AB’ye hayir demesinde de yorumumuz benzesiyor. Son 50 senenin tum olaylarina bakmakta en onemli kistas, “ayirici” eski/yeni ekonomi, demir/celik vs. bilgi ekonomisi ayirimidir.

http://www.taraf.com.tr/yazar.asp?mid=1008

http://www.taraf.com.tr/yazar.asp?mid=939


Emre Akoz

Yaşamakta olduğumuz sürecin; basit, sıradan, hemen her ülkede karşılaşılan türden bir “ gündelik siyaset çekişmesi “ olduğunu sananlar var. Bu yüzden de bazı medyacıların, diğer bazı medyacılara karşı ‘keskin’ tavırlar almasını doğru bulmuyorlar. Bize Süleyman Demirel’in sözünü hatırlatıyorlar: “Sivil siyasetin özü, bir gün önce birbirlerine hakaret edenlerin, ertesi gün kol kola girmeyi başarabilmeleridir.” Tamam ama hangi siyasetten söz ediyor Demirel? Sivil siyasetten! Yani mesele, “ Erdoğan-Baykal-Bahçeli “ çekişmesi filan değil. Mesele; bir partiyi, bir lideri, belli bir politikayı savunma meselesi hiç değil. Sorun bambaşka: ‘Sivil siyaset’ devam edecek mi, etmeyecek mi? Demokrasi olacak mı, olmayacak mı? Yoksa otoriter/faşizan bir rejimle mi yönetileceğiz?

Dogru


Ahmet Altan

Ne değişti de Cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş bir olayla karşılaştık? Darbe hazırladığı, birlikte çalıştığı bir amiral tarafından itiraf edilen eski bir kuvvet komutanı nasıl oldu da gözaltına alındı?

Bunun birtakım görünür açıklamaları olacak. Erdoğan’la Başbuğ görüşmesinde konuşulmuş ve anlaşılmış olduğu söylenecek. AKP’nin “rövanşı” olduğu söylenecek. Ordunun “darbecileri” koruyormuş görüntüsünü daha fazla taşıyamadığı söylenecek. Birçok şey söylenecek. Belki bütün bunların bir doğruluk payı da olacak. Ama soru gene değişmeyecek. Ne oldu da bütün bunlar oldu?

Büyük değişimlerin olabilmesi için “temelde” bir şeylerin geri dönülemeyecek biçimde değişmiş olması gerekir. Türkiye de kendi devrimini yaşıyor. Bu toplumun temeli değişiyor. Benim görebildiğim üç büyük nedeni var bu değişimin. Köylülükten sanayiye geçerken üretimini artırıyor, üretim artarken Anadolu sermayesi zenginleşip güçleniyor, bu değişimlere bağlı olarak dünyayla, özellikle de Avrupa’yla ilişkilerini sağlamlaştırıyor. Köylüler sessiz ve eziktiler. Biri ezmeye, diğeri ezilmeye alışıktı. Uzun zaman bu yapı devam etti. Sonra bürokratlar, devletin olanaklarıyla yandaş “zenginler” yarattı. Kapılarını dünyaya kapamış bir ülkede, kendi emirlerindeki zenginlerle birlikte iktidar süren bir bürokrasi ve hiç aldırılmayan, umursanmayan, aşağılanan, alay edilen bir köylü kalabalığı. Bir zaman da öyle gittik. Bir şey üretemiyorduk ama “iki kutuplu” bir dünyada, çıkabilecek bir büyük savaşta asker üniforması giydirilen köylüleri kurban etme karşılığında bize para veriyorlardı. Bir Amerikan Sovyet savaşında “nükleer mezarlık” olma ihtimalini kabul ederek dışardan para alıyorduk.

Sonra iki kutuplu dünya bitti. Bizim ülkenin işlevi de sona erdi. Yapımızı değiştirmeye başladık. Sanayi yatırımları çoğaldı. Turgut Özal, Türkiye’nin kapılarını dünyaya açtı. Serbest piyasa ekonomisi geldi. Anadolu sermayesi güçlenmeye koyuldu. Üretim arttı. Köylülük bitmeye yüztuttu. Toplumsal sınıflar ve ilişkiler değişti. Bu değişimle birlikte iktidar yapısı da zorlanmaya başladı. Yıllarca “köylülere” hükmeden bürokrasi artık bu yeni yapıya hükmetmekte zorlanıyordu. Kendi iktidarlarını zorlayan “gücün” temeldeki değişimden kaynaklandığını bir türlü kavrayamadıklarından, bu değişimin “siyasi partiler yüzünden olduğunu sandılar.

Neredeyse tam dogru

Sn. Altan eger listeledigi temel degisimlere bir de “endustriyel ekonominin bilgi ekonomisine donusmesi” faktorunu eklerse, analiz tam dogru olacak. Sag/sol literaturden gelen kisiler bu yeni beyaz yakali kesimi “orta sinif” diye etiketlemekte, fakat bu sinif, orta, yan, sag, sol filan degil, gelecegin hatta bugunun hakim sinifidir. En ustte, en fazla sayida, en becerikli olandir. Herkes bir sanayi tesekkulu sahibi olamaz, ya da olanlarin sayisi cok fazla olmayabilir, ama iyi bir egitimle herkes analitik melekelerini kullanarak bilgi/servis ekonomisine dahil olabilir.

Pek sanayi->servis/bilgi gecisinin “buyuk” oldugunu nereden biliyoruz? Cunku buyuk degisimler bir sinifi yokedip, yeni bir sinif yaratirlar. Sanayilesme, koylu sinifini yokedip, isci sinifini dogurmustur. Bilgi ekonomisi otomizasyon/robotlar sayesinde isci sinifini yokedip, yeni bir sinif yaratacaktir (mesela Israil’de hic isci calistirmayan bir fabrika simdiden mevcut).

Muhakkak bir demokrasi bir sanayi toplumu icin iyidir (sart olmayabilir, sadece alternatifinden daha iyidir), fakat bu demokrasi daha cok artan zenginlerin guc paylasmasini yansitir.

Beyaz yakali toplumlarda demokrasi istegi, gerekliligi artik beser seviyesine inmistir, ve ihtiyac seviyesi had safhada artmistir… Gunluk isinde surekli kafasini kullanan bir adami bos propagandalar, hamasi nutuklar ile dolduramazsiniz. Eninde sonunda bir gun hesap verilebilirlik (accountability) bekleyecek, seffaflik isteyecek, guc paylasimi gozetecektir. Ciddi toplantilarda sozu dinlenen kisi, en azindan, oyunun hice sayilmasini katiyen icine sindirmeyecektir!

Bu konuda iyi bir ornek su olabilir; Bilgisayar tutkusu yuzunden neredeyse iki kere askerligi birakmayi dusunmus olan eski GK baskani Org. Hilmi Ozkok’un ayni zamanda Turkiye tarihinin en demokrat pasalarindan biridir! Bu durum teoriye cuk diye oturmaktadir!


Nabi Yagci

Çünkü bugünün sorunları için yetersiz Marksist felsefe. Çünkü sanayi sonrası toplumundayız. Marksist felsefe ise sanayi toplumunda ortaya çıktı. Marks çağını aşan bir filozof ama eksik bıraktığı çok şey var. Din, psikoloji gibi ekonomi dışı etmenleri Marks işlememiş. Ancak sınıf analizi denilen şey Marks’tan edindiğimiz bir kazanımdır. Bugün AKP analizini hangi ekonomik sınıflara dayandığına bakarak yapıyoruz. [..] Zaten bizde solun kendisiyle hesaplaşabilmesi için Marks’ı yeniden okuması lazım. Onunla da yetinmeyip Marks’ın eksik bıraktıklarını görebilmesi lazım. Mesela Max Weber’i okuması lazım. [..]

Neredeyse tam dogru

Sn. Yagci, Altan’dan bir adim daha ileride; Endustri sonrasi toplumu analizine katmis. Tek eklemek istedigimiz nokta, kendisinin sol kelimesini hala gundemde tutmaya cabaliyor olmasidir. Bizce, uretim yontemindeki degisim o kadar buyuktur ki, sag ve sol kelimeleri tamamen anlamini yitirmistir. Bu terminolojiyi tamamen silip atarak, yeni bir terminoloji edinmemiz gerekiyor. Popper’in dedigi gibi optimal bir bilim felsefesi “deneme yanilma (trial and error)” sistematigi uzerine kurulmalidir, tez, anti-tez, sentez sistematigi artik tarihe karismis bir yontemdir. Yani eski terminolojinin parcasi olan “sol” kelimesini illa bugunku durum ile “sentezlemeye” gerek yoktur. Silip atmak daha uygundur.

Degisimciligi tarif etmek icin ABD’de kullanilan terim, ilerleyici/gelisimci (progressive) olmaktir. Mesela Bill Clinton (ki bir sol partiden geliyordu) kendini hem Yeni Demokrat hem de bir “Ilerici Demokrat” olarak tarif ediyordu. “Ben sol oldugum icin degisimciyim” demiyordu.

Bir ek te Weber hakkinda. Weber endustriyel bir toplum icin gidilebilecek en ileri noktaya gitmistir. Marks’i asmis, Durkheim’i katlamistir. Tek eksigi, icinde oldugu cag sebebiyle “burokrasilerin zaferini” yanlis bir sekilde tahmin etmis olmasidir. Bizce burokrasi konusunda “zaferi kurgulayan” Weber degil, onlarin “cokusunu goren” Warren Bennis hakli cikacaktir.


Hadi Uluengin

YANILMA payını açık bırakıyorum, çünkü bu satırlar yazılırken failler bilinmiyordu. Ama yine de bana sorarsanız, Güngören katliamı PKK kokuyor. Leş gibi koyuyor. Şöyle ki, kalleş ve hain saldırı çok büyük ihtimalle, başta Kandil bombardımanı olmak üzere, tedhişçilere yönelik son askeri operasyonlara karşı bir “misilleme” olarak düzenlendi. Eh, kurt puslu havayı sevdiğine ve “Ergenekon iddianamesindeki bariz “kara”lar spekülatif “gri”lerle karıştığına göre, şu an kasten susmak da PKK’nın taktiğine uygun düşüyor. [..] Zira, insani etik ve değerler açısından kaybedecek hiçbir şeyi olmayan “umutsuzlar”, tek bir blok addettikleri “hasım tarafı” da aynı tür “insaniyetsizlikler”e zorlamak isterler. EVET bunu arzularlar ve de nitekim PKK, onunla restleşmeye teşne bir “ulusalcılık” idelojisini ve bu hezeyanın en dibe vurduğu “Ergenekon” garabetini, çelişki esnekleştirecek ve sorunu çözümleyecek demokratik bir Türkiye’ye haydi haydi tercih eder ve etmektedir. Çünkü, zaten “aynı telden çaldığı” birincisiyle bilek güreşine girmek şansı vardır.

Mantikli

En son bilgilere gore secenegim %55 PKK, %45 Ergenekon tarafinda olurdu. Bu saldiri her iki teror ortugu icin faydalidir, PKK’nin “biz yapmadik” demesinin hicbir anlami yoktur. Teror her zaman bir “reklam kampanyasi” olmak zorunda degildir.

Fakat esas ilginc olan analiz bu degil. Ilginc olan, AKP, Askeriye, CHP ve bir kisim medya’nin tek bir agizdan “kesin PKK” demesidir! Uzlasma gerceklesmise benziyor!


Cengiz Candar

Ergenekon davası, siyaset ve düşünce yelpazemiz açısından bir “turnusol kağıdı” işlevini görüyor. Türkiye’de “sağ” ve “sol” olarak genellenen “siyaset ve düşünce kampları”nda yer alanlar, bu “turnusol kağıdı”na bakışta ortadan çatladılar. [..] Soğuk Savaş sonrası dönemde sağ-sol’un eski anlamlarını yitirdiğinin göstergesi. [..] Bir de “kokmaz-bulaşmaz”lar, “mediokrite mümessilleri” mevcut. Bu gibi tarihi ve büyük hesaplaşma dönemlerinde böyleleri ıskartaya çıkarlar. Siyaseten ve düşünce planında ıskartaya çıkmalarının sancıları, satırlarına yansıyor. [..] Tam bir hezeyan. Kimsenin böyleleriyle ne uğraşacak vakti, ne niyeti, ne de onların “hışma uğraması”nın gereği var. Müsterih olabilirler. Kılıçların çekildiği mücadele meydanında gözükmeyenler ile hiç kimsenin bir hesabı olmaz. Sadece, ne oldukları ve olmadıklarına dair kayda düşerler. Bu ülkedeki “demokrasi mücadelesi”nde yer almadıkları kayda düşmüştür. O kadar. [..] Ortalık bulutlanınca, tavır sahibi olmak “risk faktörü” içermeye başlayınca, bu ortamdan ustaca sıvışmaya bakanlar çıkar. Bu gibi ortamlarda öylelerinin “sığlıkları” sırıtmaya başlar. Ergenekon adındaki “turnusol kağıdı”nın ortaya çıkarttığı suretlerinden memnun olmayanlar, bilinen alışkanlıklarına başvurarak, ülkedeki demokrasi isteyenlere karşı taarruza geçerler. Darbecilere karşı taarruza geçmek, “risk” taşır, “bela” getirir. Oysa, laf kalabalığı ile hazırlanmış laf salatası servisiyle demokratlara dil uzatmak, demokrasi taleplerini kerameti kendinden menkul “ultra-entelektüel” bir edayla hafife almak, işin kolay kısmıdır. Böyleleri, öyle yaparak, “demokratlığın sığ suları”ndan kaçıp, kendilerini “kokmaz-bulaşmazlığın güvenli limanları”na sığınmaya can atarlar. Zaman ellerinden kaçmıştır. “Zeitgeist”ı, “zamanın ruhu”nu onlar da kaçırmışlardır. Zamanın ruhu, laf kalabalığıyla yakalanamaz.KatiliyorumHadi UluenginBOYUMDAN büyük láf etmeye kalkışmayacağım. Yani, “tarihin çarkı geri döndürülemez” gibisinden kehánetler buyurmayacağım. Zira biliyorum ki, o tarih devasa bir kaostan oluşur. Dehşet bir hercümerçte yuvarlanır. [..] Ama, iradeciliğin yerine bu gerçekçiliği benimsemek aşağıdaki olguyu değiştirmez. O da şu ki, en azından modern zamanlardan, yani sosyal coğrafyaların birbirlerinden etkilenmeye başladığı dönemden beri, her çağın ve her devrin bir “genel gidişat”ı vardır. Hayat, dünya ve insanlık, üç aşağı beş yukarı belirli bir “ana rota”da seyreder. Hele hele, komünizmin yıkıldığı [..] 1989 yılından bu yana, liberal demokrasiyle özdeşleşen o “ana rota” çok daha netlik ve iç içelik kazanmıştır. [..] FAKAT, bu “esas doğrultu”ya zıt düşen; akıntıya kürek çeken; eski sürecin değer ve kavramlarını yeni süreçte de hakim kılmak isteyen sistem ve paradigmalar aniden yok olmaz. Yani, mevcut s-t-a-t-ü-k-o’yla hem zihnen, hem de bedenen eklemleşmiş olan güçler “artık bizim defter kapandı, o halde hadi eyvallah” diyerek efendi efendi çekip gitmezler. Varoluşlarını bir süre daha sürdürürler. Hayat memat kaygısıyla mukavemete geçerler. Yani, zihni sultalarını ve sınıf ayrıcalıklarını korumak için “tarihe karşı” direnirler. Örneklersek, “ulusalcı” ideolojiden “Ergenekon sanıkları”na veya AKP’yi kapatma davasına, bunların her biri aynı tür statüko direnişidir. [..] FAKATİ şu ki, yine büyük láf etmekten çekindiğimden, eski statüko için “eninde sonunda tarihin çöplüğüne atılmaya mahkûmdur” demek istemiyorum. Ama, eskisi yenisinin doğum sancılarını ancak bir raddeye kadar önleyebilir. Zamanda sınırlı ve mekánda kırılgan taktik kazançlarını zamanda kalıcı ve mekánda muhkim “stratejik zafer”e dönüştürmek şansı sıfıra yakındır. Devranı da, denizi de bitmiştir.KatiliyorumSerdar TurgutOrada arkeolog William Niven’in bulmuş olduğu tabletlerdeki bilgiyi öğrendi. Buna göre Maya dilinin Mu Kıtası’nda kullanılan lisan ile aynıydı. [..] Dahası sıkı durun Maya kültürü ile Türk kültürü arasında büyük benzerlikler ortaya çıktı ve Maya diliyle Türkçe arasındaki benzerlikler de tek tek ortaya serildiHipotez YanlisMaya dili ile Turkce arasindaki baglantiyi ispatlamak icin “Mu Adasi” gibi egzotik teorilere gerek yok. En son arastirmalar DNA bilgisini baz alinarak tespit etmistir ki, ilk insanlarin goc hareketleri, Afrika’dan baslamis, ve alttaki resim seklinde yayilmistir. Bizim yesil daire ile isaretledigimiz goc hareketi ise, Orta Asya’da Turkik dile sahip olabilecek bir grubun (B kolunu takip edin) Guney Amerika’ya ulasabilecegini apacik gostermektedir [2]. Bu yayilma haritasinda Mu Adasi falan yoktur. Bu hipoteze gerek te yoktur.Ayrica belirtmeden edemeyecegim: Sn. Turgut gazetecilige, politikaciliga “soyunan” insanlari elestiriyor hatta dalga geciyor ama kendisi bilimsel konulara haldir huldur girisince bir celiskiye dusmus olmuyor mu acaba? Simdi bu yazdigi yaziyla kac tane insani (21. yuzyil itibariyle) sacma sapan bir yone angaje ettiginin farkinda mi? Lutfen. Kirk kez soyledik: BIR BILENE DANISIN.Gokhan OzgunHalbuki demokrasi fikrinin en güzel yanı evde kendi imkânlarınızla yapılabilir olmasıdır. Demokrasi basit bir şeydir, basit değilse demokrasi değildir. [..] Ama gel gör ki, demokrasi degüstatörleri sana demokrasinin karmaşık ve çok derin bir şey olduğunu anlatacaklar.EksikEvet, demokrasinin “temel aksiyonlari” basittir… Secilenler vardir, secenler vardir, herkes tek bir oy verir, iktidar gelir, boyle gider… Fakat bu basit aksiyonlarin toplaminin niye “optimal” oldugunu anlamak ve anlatmak, aslinda o kadar basit bir is degildir.Bunu anlamak icin oncelikle “algisal”, “kabilesel” degil “ilkesel” dusunebilmek gerekir. Bilimsel olarak ispatlamak ise, olasilik teorisi ve istatistik bilgisi gerektirir; Herhangi bir konu hakkinda “uc goruslerin” Normal Egrinin sag ve sol kesimlerindeki “eteklerde” olacagini, makul ve akil olanin ise ortadaki daha buyuk kesiminde oldugunu anlayabilmeyi gerektirir [3].Bilimde oldugu gibi, insan gruplarinin karar verirken “deneme -> olasi hata -> tekrar deneme -> basari” surecinde olacaklarini, ve bir surec olarak ele alininca secmenin nihayetinde dogruyu muhakkak bulacaginin kavranabilmesini gerektirir.Totaliter bir insan ise, tanim itibariyle, ilkeler yerine “kisileri” ve “kabileleri” koyacagina gore, demokrasi gibi bir kavrami anlamasi, zorun otesinde imkansizlasacaktir. Yani, eklemek istedigimiz, kafasi calisan insan icin demokrasinin basit olabilecegi, ama calismayan icin demokrasinin roketbilim kadar zor bir kavram olacagidir.Ismet BerkanBuna karşılık başını Thomas Jefferson ve John Madison’un çektiği grup, güçlü başkana da, güçlü federal yönetime de şüpheyle bakıyorlardı. Bu sayede anayasaya kuvvetler ayrılığı ilkesi girdi, üstelik bu ayrılık mutlak bir ayrılık olarak, başkanların ‘kral’ yetkileri kullanmasını engellemek amacıyla kondu.YanlisKuvvetler ayriligi ilkesini en cok savunan babalardan biri Adams’in kendisiydi! Kendi eyaleti Massachussets icin ona bir anayasa hazirlamasini rica edildiginde, uc erkli sistemi ilk kez bu eyalalet icin kendisi ortaya koyacaktir, sonra bu sistem diger eyaletler tarafindan da kopyalanacaktir (ABD’de eyaletlerin sistemi, merkezi sistemin kopyalaridir, baskan=vali, senato=eyalet senatosu, meclis=eyalet meclisi).Adams’in istedigi, kralvari bir baskandan ziyade “bagimsiz” bir baskanlik makamiydi. Baskanin elinde guclu bir veto silahi olmasini bu sebeple istemisti.* Örneğin John Adams, insanların HÜKÜMETLERİ YOLUYLA daha iyiye ulaşacağına inanıyordu. Buna karşılık Jefferson, bireylerin HÜKÜMETTEN BAĞIMSIZLAŞMALARI yoluyla daha iyinin bulunacağını düşünüyordu. Dikkat edin, bu iki görüş arasındaki fark çok ama çok derin. Birincisi, bizim daha yakından tanıdığımız, ülkemizde de 1923’ten beri bir türünü yaşadığımız devlet merkezli yönetim anlayışı, diğeri ise Amerika’yı Amerika yapan birey merkezli, bireyi devletten bağımsızlaştırma merkezli anlayış.Abarti?.. Insanlarin hukumetleri yoluyla daha iyiye ulasacagina inaniyordu ???? Bu cok abartili bir soz, hatta biraz zorlama (it’s a stretch). Illa Turkiye ile benzerlik kuracagim diye ABD babalarindan bazilari neredeyse “devletci” bir goruntuye sokulmaya ugrasilmis. Yok boyle bir sey. Lutfen MCollough’un John Adams biografisine bir goz atin [1]. Adams’a yapilan “krallik” suclamalari ise, gunun politik ortaminda kullanilan polemik silahlaridir. Ingiltere’nin somurgeliginden kurtulmus bir ulkede, “kral” kelimesi boyle bir kufur haline donusmustur.* Bütün bu eleştirilerden, hücumlardan yılan Washington, 1796’da başkanlığı bıraktı, evine çekildi, yerine de John Adams Başkan oldu.YanlisWashington’un baskanligi birakmasinin sebebi kendi isteksizligidir - zaten baskanliginin ikinci donemi icin bile rica minnet zorla ikna edilmisti. Washington, bir ulkeyi yonetmenin agir sorumlulugunun cok iyi farkindaydi, ama goreve cagirilinca ondan bekleneni yerine getirdi, ama ucuncu donemi kesin reddetti, daha fazla o sorumlulugu tasimak istemedi. Ilginctir, ilk yemin toreni sirasinda bu sebeptendir ki, yemin metnini tekrar ettikten sonra adamcagizin agzindan “Allah’im bana yardim et” sozleri dokuluvermistir. Bu sozler daha daha sonra resmi yeminin parcasi haline getirildi - orijinal metinde yoktur.Adams’in yonetim hakkindaki dusuncelerini ogrenmek icin kendi yazdigi Thoughts on Government adli esere bakmak ta faydali olabilir. Adams’in savundugu bir tur “karma yonetim” sistemidir, ona gore bir toplumda aristokrasi, merkezi otorite, tam demokrasi istekleri nasil olsa olacaktir, o zaman devlet sistemi bu gercege gore ayarlanmalidir. Cift kamarali sistemi bu yuzden one surer. Demokrasi istekleri secilmis organlar uzerinden yonetime yansir. Adams, hukukun bagimsizligina cok onem vermistir - erklerin birbirinin yetki alanina girmemesi konusunda hassasti, ve yurutme erkinin yetkilerinin cignenmesine karsi ozellikle hassasti.Turkiye’nin baslangici ile ABD’ninkini karsilastirmak bence elma ile armutlari karsilastirmaktir; ABD’de, Sn. Berkan’in “merkeziyetcilik” ve “karsi” gorusu arasinda resmettigi cekismenin tonu cok, ama cok farklidir. Analojiye devam edersek; ABD elma ise, bahsedilen cekisme bir nevi “yesil elma mi kirmizi elma mi” gibi bir nuans farki cercevesindedir - bu baglamda, mesela, kurucu babalarinin hicbirinin zihninde “etkin parlamento olsun mu olmasin mi?” gibi dusunceler gecmemistir. Sistemin elma olacagi bellidir. Kiyasla, o tur dusunceler buradaki kurucu elitin zihninden gecti, ve buradaki sistemi armut yapan iste bu gibi “buyuk” farklardir.—–[1] Bu Adams biyografisi cok populer bir kitap oldu, McCollough bu kitap sayesinde ikinci bir Pulitzer kazandi, ve kitap bir diziye cevrildi, Paul Giamatti adli bir aktor Adams’i oynuyor.[2] Genetik olarak Orta Asya ile Turkiye’nin mevcut nufusu arasindaki benzerligin en fazla %30 oldugunu belirtmistik. Kulturel olarak etki de kanimizca benzer seviyelerdedir.. Konustugumuz dilin benzerliginin yuzdesi daha fazla olmasi bu gercegi degistirmez, dilin kulturel yansimasinin bire bir olmasi gerekmez. Ispanyolca konusan bir Meksikali ile Ispanyolca konusan bir Ispanyolun arasinda buyuk kulturel farkliliklar oldugunu biliyoruz. Goc/istila sonrasi karisan kulturler, kacinilmaz olarak, mevcut nufus ile yeni gelen nufusun toplami olacaktir.[3] Turkiye’de din konusunda dusuncelerin aynen tarif edilen sekilde dagildigi (distributed) gozlemlenebilir. Seriat isteyen dinciler %5-10 civarlarinda, laikci yobaz Kemalistlerin sayisi da ayni boyutlardadir (CHP-DSP’nin son secimdeki oyundan Alevi vatandaslarimiz ve kafasi karisik sehirlilerin oyunu cikarirsaniz, geriye kalan yuzde aynen budur). Bu sayilar, Normal Egrinin sag ve sol kismindaki “uc noktalarda” olacaktir. Makul vatandas ise daha buyuk bir yuzdeyi temsil eden orta kisimdadir.


Mehmet Barlas

Şu “değişim” denilen kavram, kimbilir kaç kez konu oldu yazılarımıza. Dün de, “STV”de, Hüseyin Gülerce’nin programında, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’la birlikte, yine “değişim”i irdeledik.. Hiç unutmayalım.. İnsanlar pek değişmez.. Ama olaylar ve şartlar, ne olursa olsun değişir..

“Değişim”le sosyolojik açıdan ifade edilen olay, insanların “huy değiştirmesi” değil, insanların değişime “uyum göstermesi”dir.. “Değişim”, bir kuşak meselesi de değildir. Neticede Türk toplumu, Tanzimat’tan beri, yeni kuşakların gelip, ülkenin siyasetini, ekonomisini ve yapısını değiştirmesini bekliyor.. Oysa mezarlıklar, daha önceki davranışları aynen tekrarlamış, eski genç kuşakların cenazeleri ile dolu.. Daha da ötesi, bu dünyada da, “öbür dünyada” da, değişime karşı kendi modellerini koyup, gelişimi dondurmaya çalışan sayısız “toplum mühendisi” Türk var..

Oysa bizim “değişim mühendisi” Türkler’e ihtiyacımız var.. Dünyada ve yurtta yer alan ve önüne geçilmesi mümkün olmayan değişimin yönünü önceden hissedip, toplumun önündeki engelleri kaldıran ve ülkeye “vizyon” açan kişilere, “değişim mühendisi” deniliyor..

Dogru

Bu eski Barlas yenisinden daha akilli galiba. Yenisi “ne kadar cok sey degisirse o kadar cok sey ayni kalir” havasinda (Fransiz atasozudur bu arada -kilavuzunuz karga olursa-). Dunyada ve Turkiye’de tamamen yeni seyler olmaktadir, ve bu degisimler, eski Barlas’in dedigi gibi onunde durulabilecek degisimler degildir.

Oral Calisanlar

Ergenekon soruşturmasının derinleştirilmesi, darbecilerden, katillerden hesap sorulması yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır. Bu yeni döneme geçiş, siyaset-asker ilişkisinin de normalleşmesi için bir yol açacaktır. Askerin siyaset dışında kalmaya alışması için bir sivil uzlaşmaya ihtiyaç var.

Evet, insanın gençliğinden itibaren edindiği alışkanlıklarından vazgeçmesi kolay değil. Gençliğinde kazanamadığı bazı alışkanlıkları da (mesela demokrasi) sonradan kazanması kolay değil. Ama alışkanlıkların değiştirilmesi bazen şart olabiliyor. Demokrasiyi sigara gibi bir ‘sağlıksız alışkanlık’, siyasete müdahale etmeyi ise bir ‘iyi alışkanlık’ olarak görenler, alışkanlıklarını değiştirmek zorundalar.

Simdi AKP’ye kızıp Ergenekoncuları savunmaya bahane arayanların 2001 yılında Ecevit’in de iktidardan indirilmek istendiği görmeleri gerekiyor. Ecevit şeriatçı mıydı?

2001 yılındaki müdahale, Ergenekon’la karşılaştırıldığında daha masum görünebilir. Ama unutmayalım ki, kendisinde bu gücü ve hakkı gören bazı askerler, başka koşullarda başka şeyler de yapabileceklerine inanmaya başlayabilirler.

Ergenekoncular da sonuç olarak ‘memleketi kurtarma’ inancı ya da gerekçesiyle yapmışlar bütün bunları…

Özü itibarıyla arada bir fark olduğunu sanmıyorum…

Ergekon davası, asker-siyaset ilişkisinde yeni bir sorgulama dönemine imkân verecektir…

Katiliyorum


Necdet Sen

Bu kadar çok bilgi, belge, kanıt ortaya dökülmüşken, komplolar, cinayet şebekeleri, dehşetengiz planlar dava dosyalarına işlenirken ve mızrak çuvala sığdırılamazken, nasıl oluyor da kendisini bu güne kadar ‘darbelere karşı’ hatta ‘darbelerin mağduru’ olarak görmüş bir kesim, bu soruşturmaya ‘inanmam da inanmam’ deyip direnebiliyor?

Neden Susurluk yol kazasına mal bulmuş magrıbî gibi dalan medya şimdi ikiye yarıldı da büyük kısmı ‘hepsi palavra’ diye ayak diretiyor?

Tamam, belli ki bazı plaza yöneticileri ve yazarları o ekspres trene vaktiyle binmiş, tren hızlandıkça panikliyor ve bir türlü atlayamıyorlar, son durağa kadar trende kalmak zorundalar artık.

Ama normal zamanlarda bu medyaya zerre kadar güvenmeyen bir kısım okur neden bugün onlarla hemfikir?

Acaba bunun nedeni, o kitlede hep varolan kendisini bir şeylere ‘karşı’ olarak konumlandırma alışkanlığı olmasın?

Bilmediği konularda ‘bilmiyorum’ demek yerine biliyormuş ayağına yatma ve bunun için de zahmete girmeden okunabilen köşelerden emanet fikir devşirme kolaycılığı?

Yani zihinsel tembellik?

Hatırlayalım, Susurluk kazasından sonra zamanın başbakanını konuya karşı tavır almış ve gayet basiretsiz bir üslûpla ‘fasafiso’, ‘mum söndü’ gibi ifadeler kullanmıştı.

Zaten ‘şeriatçı’ diye damgalanan ve hasım olarak algılanan Erbakan ve Refah Partisi böyle falsolu bir yola sapınca, üstelik de kurulu düzenin asıl patronu olan Silahlı Kuvvetler de bu protesto kampanyasına destek verince, bizim tatlı su aydınlarının ve medyanın çekineceği hiç bir şey kalmamıştı ortada. Dost ve Düşman gayet net belliydi zaten.

Ama bugün çok daha karmaşık bir tablo var. Dehşetengiz bir örgüt ve başarısız bir darbe girişimi açığa çıkarıldı. Ama AKP hükümeti buna ‘fasafiso’ diyerek karşı çıkmak yerine üstüne gidiyor.

Zurna da orada zırt ediyor galiba.

Kendi siyasal duruşunu AKP’ye ve onun temsil ettiği muhayyel Öcü’ye karşı olmak olarak tanımlayan kesim, AKP’nin yürüttüğü bir operasyona yandaş olmaktan çekiniyor.

Çünkü bugüne kadar başkalarını ‘yoksa sen de mi AKP’nin kuyruğuna takıldın?’ diye sıkıştırırken, şimdi kendisinin de benzer bir suçlamaya maruz kalabilme ihtimalinden rahatsız.

O zaman işin kolayına kaçıp, gazetelerde yazan ‘fasafiso’ türü hazırlop yorumlara bel bağlamak daha rahat geliyor.

Nasıl olsa yalnız da değil. Bu nağme kalabalık bir koronun dilinde.

Yarın işin rengi değişirse ‘ne yapalım yahu, ben de gazetelerin yazdıklarına aldandım’ deyip işin içinden sıyrılmak var nasıl olsa.

Bu açıkgöz yurttaş modelinin, dört elle sarıldığı kolay muhalefetin kendisini 12 yıl öncesinin Necmettin Erbakan’ıyla aynı gaflet ve dalálet çizgisine düşürdüğünü anlaması için sanırım biraz daha zamana ihtiyacı var.

Geçenlerde eski bir arkadaşımla karşılaştım.

Havadan sudan konuşurken konu siyasete geldi.

‘Yav’ dedi, ‘hatırlar mısın, o zamanlar (1990’lar) söylediğin her şey doğru çıktı’.

‘Doğru çıktı’ dediği, uzun zamandan bu yana dile getirdiğim ve başlangıçta pek fazla kişiyi inandıramadığım şeyler: Sovyet bloku dağılınca şallak mallak olan bir kısım solun kapağı kof bir doktrin olan Kemalizm’e attığı, ‘şeriat tehlikesi’nin aslında yapay bir ‘öcü’ olduğu, korku duygusuyla baş edemeyen insanların otoriter rejimlere meylettiği, başörtüsü yasağının despotik özü, kendisini ‘çağdaş’ diye tanıtan zümrenin bir bölümünün aslında seçkinci ve darbe destekçisi olduğu, medyanın, yargının, üniversitelerin ‘sol’ kisvesi altında bal gibi kurulu düzenin avukatlığına soyunduğu gibi bugünün artık yaygınlaşmış fikirleri.

Dayanamadım, ‘ama o zaman bana kan kusturdunuz bunları söylediğim için’ dedim.

Sırıttı, ‘biraz erken söyledin’ dedi.

Kanımı kurutana kadar didişmek yerine anlamaya çabalamadığı için özür falan dilemedi tabii ki.

Konformizm: Kendisini zora sokacak, rahatını kaçıracak, toplumla çatışmasına neden olacak davranışlardan ve fikirlerden uzak durma, ‘uyaroğlu’ takılma, vicdanı tersini emretse de kolay yolu seçme, gelene ağam gidene paşam deme, etliye sütlüye karışmama, kokmama, bulaşmama, itaat etme, işin kolayına kaçma hali.

Katiliyorum

Hatta daha ileri gidersek, konfirmizm aslinda Ayn Rand’in “ilkesel dusunemeyenler” olarak betimledigi grubun ta kendisidir. Bu insanlar icin kavramlar yerine “kabile” vardir, fikirler yerine “kisiler” vardir. Bu kisiler icinde oldugu grup ne dusunurse onu dusunur. O grubun kurallarin kim koyar? Mitik, tarihte kalmis bir takim “liderler”. Mafya’nin temeli budur. Sosyalizm’in temeli budur. Her turlu kollektivist ideolojinin temeli budur.


Ahmet Kekec

Dün Susurluk çetesine karşı çıkanlar, bugün neden Ergenekon terör örgütünün savunucusu oldular?

Bunda anlaşılmayacak bir şey yok.

Çünkü, Susurluk bir bahaneydi.

Çetelerin devleti ele geçirdiği ve bağlı olarak ‘laikliğin tehlikeye düşürüldüğü’ tezi, geleneksel irtica politikalarının bereketiyle ayakta durmaya çalışan çevrelerin ‘halkı devlete yaklaştırmama’ politikasının bir devamıydı sadece…

Üstelik, bu iki örgüt arasında akrabalık bağı mevcut.

Bu bağ apaçık ortadayken, ‘Susurluk’ eyyamında başı çeken bir kısım basın neden tuhaf, anlaşılmaz, rasyonalize edilemez bir suskunluk içinde?

Hayır, suskunluk içinde de değiller.

Bilakis, soruşturmayı sulandırmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar.

Demek ki, sorun ‘çete’ler değilmiş.

Sorun, siyaset kurumunun inisiyatif almaya başlamasıymış.

Katiliyorum


Engin Ardic

Bir romana, yani içindeki kişilerin kendi özel duygu ve düşünceleri olan bir sanat eserine, bir “essay” (deneme) ya da bir “pamphlet” (risale) muamelesi ediyorlar. Elif Şafak’ın başına gelenleri hatırlayalım. Açılan dava aklanmayla sonuçlanıyor, çekilen üzüntü de yazarın yanına kalıyor (kimi zaman da bu reklamdan doğan “fırsat rantı” tabii!) Sevgili dostum ve sınıf arkadaşım Nedim Gürsel yeni bir roman yazdı: “Allah’ın Kızları”. İslam’ın ilk günlerini anlatıyor… Savcılığa düştü.

Aklınıza hemen Salman Rüşdü gelmesin, Nedim kimseye hakaret etmemiş. (Fakat herhalde Turkiye gibi bir ülkede kovuşturmaya uğrayacağını da tahmin ediyordu.)

Bu romanda -elbette-Kureyş kabilesi de, putperestler de, cahiliyye dönemi artıkları da, peygamber efendimizin düşmanları da var ve onlar da elbetteefendimizin aleyhinde konuşuyorlar. Konuşacaklar. Onu öldürmeye de çalışacaklar. Bu romanda elbette Hatice anamız da, Ayşe anamız da olacaktır. Efendimizi seveceklerdir. Gerçek bu değil midir?

Ne yani, Ebu Cehil, “ben aşağılık bir herifim, Muhammed Mustafa’nın yanında beşpara etmem” mi diyecekti?

Lütfen sanat eserini sanat eseri olarak değerlendirmeyi bilelim ve ele güne gene rezil olmayalım.

Nedim Gürsel ve eserleri hakkında olumlu ya da olumsuz yargıyı eleştirmenler ve okurları verirler.

Katiliyorum


Deniz Gokce

Nedir en ölümcül özelliklerimiz? [..] her şeyin şikelendiğini, sürekli birilerinin avanta kaptığını, bizim ise dışarıda kaldığımızı düşünerek, talana ortak olamamanın depresyonu ile sağa sola saldırmak.Dogru* Mesela dünya çapında petrol ve diğer enerji fiyatlarının spekülatörler tarafında şişirildiği tezi sık sık gündeme geliyor. Canım ülkemin çoğunluğu bu teze endeksli ve abonedir. Bunu mesela pirinç fiyatlarında yaşadık. Pirinçte arz talep dengesi gelişen ülkelerde gelir artışı nedeni ile bozulunca ve üretici ülkeler kendi tüketimleri için ihracatı sıkınca , pirinç fiyatları spekülatörler tarafında şikeleniyor feryatları ortalığı sardı. Sonra aynı olgunun tüm dünyada gerçekleştiği öğrenildi, dünyada sorunu arz ve talebe bağlayınca kavga gürültü üç beş gün sonra durdu.Dogru* Şimdi aynı tartışma petrol ve her türlü enerji fiyatında yaşanıyor. Petrolün fiyatı 150 dolara dayandı. Bu artış “future” piyasası denen vadeli piyasada yaşanan bir fiyat artışı. Spot piyasa denen günlük piyasada ise fiyatlar bunun altında.Tam dogru degil, ayrica”Petrol fiyati” denince bahsedilen hakikaten spot piyasadir, bu farki belirtmek gerekiyor, burasi tamam. Referans alinan bazi bilinen ham petroller fiyatlari vardir ve bu petroller hep bir lokasyona ve bir kaliteye endekslidir - unlu referans ham petrollerinden (crude) Brent Crude Oil ya da West Texas Intermediate sayilabilir… Fakat, bunlardan Brent Crude fiyati su anda $143, WTI fiyati $145. Gelecek fiyat ise $145 (kaynak). Yani fark ya cok az, ya da yok denecek kadar az.Ayrica: Genellikle spot piyasasi gelecek piyasasinin onunde gider. Paul Krugman adli bir ekonomist guzel bir plot’u konuyla alakali bir blog yorumunda vermis (altta).Krugman Gokce’nin degindigi gibi spekulasyonlara deginmis, ve o da spekulasyonlarin fiyatlari yukselttigine inanmiyor. Yani “buyuk konuda” Krugman, Gokce ayni fikirde - ben de katiliyorum, ama/ayrica spot ve gercek fiyat farki konusundaki bir hataya ve genel trende isaret ediyorum.